13 Kasım 2017 Pazartesi

BAŞLIK YOK, BAŞLIK BU


İçim safi düşüncelerle dolup taşıyor, hamallığını yapıyorum alnıma yazılmış kader çizgisinin. Yorgun ruh halime "iyi misin" sualleriyle daha da yorulmamak adına yapay iyilikleri yama yapıyorum. Güneş doğduğu an beni de aydınlatıyor çok şükür ancak geceler bir bana mı bu kadar karanlık oluyor bilmiyorum. Her zaman değil bazen, sabahları zor ediyorum. Bir adım geri atmaksızın geceyi kana boyuyor geçmişin atlıları. Kalkan tozu sindirmek de, o nalların bağrımı döve döve geçişini durdurmak da teşebbüs edilecek mevzular değil nezdimde. Çünkü bazı vakitler vuku bulan olayları yazgı çizgisinin dışına taşırdığın an idrak etmen mümkün olmuyor ki bazı idrak edişler mühim aydınlıklar getiriyorken bazı idraklar da üzerine iki metre toprak atıyor. Benim bu yarı deli hallerimi de çok ciddiye alıp sanmayın ki dertten geberiyorum. Nitekim öyle olmayı isterdim çünkü ayağımda bir prangayla dertten kaçmaya çalışıyorum. Yol-yordam bilmez felaketleri boynumda bir muska gibi taşıdığım, yüreğimde bâki bir sevda ile aşmaya çalışıyor; ne zaman gardımı düşürsem hala kaybedecek bir şeyim olduğu için toparlıyorum. Beni ayakta tutan şey umut etmekten ziyade bir başkasının bana karşı beslediği umut oluyor sanırım. Çünkü ben çok alıştım kurduğum hayallerin yıkılmasına lakin bir başkasının hayalini yıkabilecek kadar vicdanımı baltalamadığımı biliyorum. 
Vakit epey geç olmadan, mesela gecenin laciverti iyice koyuya çalmadan yahut güneş birbir söndürmeden gökteki  yıldızları bir son dileniyor içimden kağıda düşen cümleler. Dağıttığımı toparlayamıyor, söküğümü dikemiyorum. Ve bazı şeylerin dağınık, bazı şeylerin el değmemiş kalmasını kabul edemiyorum. Toparlamadan bıraktığım bu yazı tabularımı yıkmaya çalıştığıma bir delil, aşmaya çalıştığım eşiklere bir kanıt olsun. 


Yazının ruhuyla epey alakasız  havada bir parça bırakacağım. Bıraktım.

3 Ağustos 2017 Perşembe

GEÇMİŞE VEFA


Birbirimize dünyaya sürülmüş Adem ile Havva'nın ilk gurbeti kadar uzakken bile içimde cennet kadar sevdim seni. Derdim geldiğim yere dönmekten ziyade şu manasız dağlara seninle hayran kalmaktı. Çünkü sen baktığın yeri aydınlatır, bastığın yeri yuva yapardın. Lakin bunlar derin temennilerden öteye geçmedi. Biz dün ve yarın kadar yakınken bile en az güneşin batıdan doğması kadar imkansızdık seninle. Bunu yıllar öncesinden idrak etmiş fakat önüne geçmemiştim bu gidişin. Sevmek hali kör olmak değil bile bile kör kalmaktır bazı şeylere. Senin yerin benim içimde canımdan daha sağlamken neden adımızın aynı cümleye layık görülmediğini sorguladım zaman zaman. Eskiden buna üzülürdüm şimdi vazgeçtim. Çünkü herkesin hikayesi varken biz seninle destan olmayı seçtik. Zaten benim sana duyduğum hasrete de bir deste kağıdı şahit tutmak eğreti kaldı. Hatırlarım bir zamanlar seninle kaygılardan uzak birer çocuktuk. Yalan yok, o zaman benim sana böyle yürekten inanmışlığım yoktu. Yalın bir sevme halinde içimde vücut bulmuştun. O zaman sevgimin bir çocuk kadar kırılganlığı ve masumluğu vardı. Şimdi bir kaya kadar sağlam lakin bir o kadar da çamura batmışlığı var. İçimde yarattığın vaziyet aslında yâr oluştan ziyade yoldaş oluş gibiydi. Zamanla elimde bir parmak, vücudumda bir uzuv gibi oluverdi seni sevmek hali. Düşsen uzanan el, ağlasan sığınacak liman olmak istedim. Ve hiçbir zaman benim limanımda karaya oturman arzusu olmadı içimde. Ben seni heveslerime meze yapmadım, sen duygusunun en temiz yanı buydu. Bir anka kadar kahramansın gözümde, yalanları mahremiyetine tesettür bilmiş bu dünyada bana bu kadar saf bir sevgi yaşattığın için. Velhasıl dağlar kadar yücelttiğim sevgiye hiçbir zaman boynumu bükmeyen bir saygıyla karşılık verişin içimde ne inançları yeşertti bir bilsen. Biz seninle kavuşmadık ve bu yüzden biz seninle hiç ayrılmadıkta. Bazen birlik olmak hiç ediyor yürekleri. Sen bensiz de güzelsin. 

20 Temmuz 2017 Perşembe

ACININ İLACI


Bir illet gecelerime sızıyor ruhun ince çatlaklarından. Son zamanlarda rüyalara dalmaktan ziyade kabuslara batıyorum bataklık misali. Bu ya karanlığın beni içine çekişi ya da içimden çıkma çabasıdır. Çünkü bunca rötarlı bir akla gelişin başka bir kabulü yok hayatımda. İsterdim en azından rüyalarda hırsımı dindirecek sebeplere tutunmayı, isterdim hayatımda ilk defa katil olmayı. Bazı acılar böyledir, hayatta hiçbir şey elin kana değmesini meşrulaştırmaz ama hafızanda bir şeyleri öldürmen gerekiyor kendini diriltebilmen için. Uzun zamandır bunun çabasında kulaç atıp duruyorum. Fiilen yapmış olsam aşmadığım okyanus, uğramadığım ada kalmazdı lakin yerimde sayıp duruyorum nice zamandır. Bundan tek sıyrılış bir ilahi elin beni balçıktan çıkarıp almasıdır. Sonra soruyorum kendime, senin battığın yerden neden seni bir başkası çıkarsın? Böyle geceler düşünüp dururken ya sabahı ediyor, ki bu iyi ihtimaldir benim neznimde; ya da etkisinden kurtulamadığım kabuslara dalıyorum. Hayatımın çarkları böyle işliyor bu aralar, öyle ya da böyle bir sonraki güne kavuşuyorum. İşte umut etmek duygusu insanın toprağında böyle filizleniyor. Göz yaşınla suladığın yarının var oluş sebebi olarak doğuyor yüreğinde. Yaşamın en sevdiğim yanı budur. Düştüğünde kalkacağına, öldüğünde dirileceğine inanır durursun. Nitekim doğrudur da. Yeter ki doğrulmaya inan. Zaten insan dediğin baştan tırnağa seçimlerinden ibaretken neden yanlış yaptın diye sorgulanmaktan ziyade yanlışı neden yaptığının anlaşılmasını ister. Hata bizim için biçilmiş bir kaftan, önümüze dizilmiş yoldan ibarettir. Seni sen yapan düştüğün yerden nasıl kalktığın, devamında yoluna nasıl adım attığındır. Velhasıl bunlar benim kendimi tesellilerim mi yoksa inandığım konular mıdır bilmiyorum. Bazen kendimi yükselmek için dibe vuranlardan, bazen de zirveden yere çakılanlardan varsayıyorum. Benim bir yaram var, herkesin bir yarası var. Gün gelecek sebebini ya içimde öldüreceğim ya da sebep olandaki yarayı göreceğim. Kin de intikam da değil yalnızca adalet istiyorum. 

5 Temmuz 2017 Çarşamba

DÖNÜŞ


Gecenin şerrine bulaştı gündüzlerim. Girmemem gereken ormanlara girip, görmemem gereken kâbuslardan uyandım. Oysa şu yola attığım ilk adımla, verdiğim son nefes arasında evren kadar fark vardı. İlk adımımda içinde bir umut, bin heves taşıyordu küçücük göğüs kafesi. Bir şehre varmadan evvel hep aklıma bana sunabileceği en muazzam manzaralı düşünür, ne zorlukla karşılaşırsam bir akşam üzeri denize döker geçerim sanıyordum dertleri. Gördüm ki hayal kurmak yıkılmadığı müddetçe insanı toyluğa, yıkıldığı an olgunluğa sürüklüyordu. Toydum, olgunlaştım. Tamken tuz-buz olmanın tadına varıp ezilmeden ayağa kalkmam gerektiğini öğrendim. Babama sorsam buna tecrübe der, ben yara diyorum. Çünkü “tecrübe” bulut kadar hafif gelirken lügata “yara” tam da seni öldürmeyecek lakin varlığını hep hissettirecek bir kelime misali. Hayatının ilmek ilmek işlenmiş çeyizi gibi, Tanrının sana verdiği uzuv gibi. Velhasıl insanlar belli coğrafyalar için yaratılmıştır. Şayet ben ne zaman şu kurak toprakları küçük görüp de onca yolu bir deniz için teptiysem o anda gördüm hayatımın ne ince temeller üzerine çakılı olduğunu. Ve mevzunun esasen yol katetmekten ziyade yıkılan hayallerin enkazında kaybolmak olduğunu anladığın an çıkamıyorsun gömüldüğün yerden. Tabulaşmış bir soru vardır ya aklımızda “gitmek mi daha zor yoksa kalmak mı?”. Dönmek derim. Ne gittiğinde umduğunu seyre dalıyor, ne de döndüğünde bıraktığını bıraktığın gibi buluyorsun. Bu dünyada arafta kalmanın provasıdır.  O vakit anladım büyüklüğün esasen ne derece “küçük” olduğunu. Büyüdüğün an annenin koynuna sığmıyor artık yaptığın hatalar. Seni de kapsayan bir merhametin bu dünyada var olmadığını anlıyorsun. Kadere suç atmak da nafile. Önümde hiçbir zaman zorunlu yollar akmadı benim. Seçilecek daima bir başka seçenek, varılacak başka menziller vardı. Fakat ben sürükleniyormuşcasına yaşamaktan ziyade insan olduğumu anarak ilerlemeyi tercih ettim. Canımın yanabileceğini de bilerek lakin küllerimden doğabileceğimin bilinciyle. Bu şuur bana bazen şuursuzluğu aratsa da düştüğüm yerden kendim kalkmayı seviyorum. Hataları şu dünyada hiçbir mabede sığdıramazken içimde sindirmeyi bomboş bir yola tercih ediyorum. Bu mazoşistlikten ziyade yüreği diri tutmanın bir yoludur. O yolda ne kadar yağmur yağarsa yağsın ıslaklığı teninde hissetmezsen güneşli günlerin kıymetini bilmiyorsun. Her adımda heybeme yeni hatıralar koyarak dönüş yolunu arıyorum.

23 Mayıs 2017 Salı

GÖÇ


Ömründe bir gün bir acı, kağıt gibi kesip atacak geceyi en orta yerinden. Arştan üzerine belalar yağarken uykuya dalmadan evvel ölmüş olmayı isteyeceksin Müzeyyen. Kundakta bir bebek kadar titriyorsun üzerine kederlerin. Elem dediğimiz şey ilgiden beslenir öğrenmedin mi? Bak bunca zaman içinde yaşattıkların seni boğar, seni şu kentin meydanında dar ağacına asar hale geldi. Bir senin hayallerin infilak etmiyor geceleri, herkesin uykusu kendine mezar. Ya kendini çok değerli sanıyor, ya derdini gözünde büyütüyorsun. Orta yerinden kan kusan şu gece bile derdin derya deniz olduğu coğrafyadan kalkıp günün boynuna dolanıyorken senin dizlerinin yaralarına morfini yok bu dünyanın. Çocukluğunun üzerinden çok zaman geçti. Sen o defteri insanların içinde ağladığın an sana ağlama diyen bir ses duymadığında yahut "gidesim var" dediğinde ne çalacak bir kapı ne de kalmaya bir sebep göremediğinde kapattın. Seni tanırım. İçinde yüzyıllardır yanan Bizans ateşiyle dışında ezelden beri senin olan etten duvarın arasında sıkışıp kalmışlığın var. Müzeyyen ya ruhu salacaksın bedenden ya söndüreceksin o ateşi. Seni senden başkası, seni benden ötesi kurtaramaz bu kasvetten. Dik söküğünü karanlığın, öp gecenin yarasını son kez. Bu vasat dünyadan henüz kirletemediğimiz bir diyara göç ediyoruz. 


Damien Rice-Cheers Darlin

6 Mayıs 2017 Cumartesi

TESELLİ


Suların köpük köpük içine dolduğu o dehlizlerin birinde, çok da derine inmeden yakmışım gençliğimi. Beyaza beyaz, siyaha siyah dediğimiz zamanları çocukluğumuzda bırakmış, tüm gelecek sorumluluğunu yaşlılığımıza yaslamış gibiyiz. Hafızamda ekmek almaya giderken uydurduğum şarkıları yahut yalnızca benim bildiğim bir lügatta yazılmış günlüklerimi anımsayıp ağlanacak halime gülüyorum. Tabuları yıkmak güzel sanıyordum bir vakte kadar, yıkınca anladım ki gölgesinde barınıyormuşum bir çoğunun. Şimdi güneşte kavruluyor masum yanım cayır cayır. Niye kendime bu kızgınlığım? "Adam mı öldürdün" diyorum, "hakka mı girdin, çaldın mı? Kendinle alıp veremediğin ne?" Benim bende sindiremediğim bir şeyler var. Tüm çocuklar gibi erkenden büyüdüm sandım. Oysa ben annemin dizinden, babamın evinden çıktığımda nasıl da fidan nasıl da toymuşum. Yuvamla arama kilometreler koyduğumda "yaparım" dedim. Dünya'nın öteki ucu da olsa yeni yerler görmeye, yeni insanlar tanımaya Afrika'daki bir çocuk kadar açım. Bu niyetle çıktığım yolda ne yeni insanların yüreklerinde o saflığı ne de yeni bir şehirde o samimiyeti buldum. Kazandığım şey hayat tecrübesinden öteye gitmedi ki benim menzilimde yolun başında çok daha huzurlu ufuklar vardı. Fırtınaya bir kere yakalandın mı öyle sağ sağlim çıkamıyormuşsun. Dümeni bir kez kaybettin mi rotana bir daha dönemiyormuşsun. Fakat az kaldı. Benim ömrümün sonuna kadar içimde taşıyacağım bu yaranın kabuk bağlamasına, her gece kan revan oluşumun bitmesine az kaldı. Nihayetinde cehennemden sonra bile  cennetle müjdelenmedik mi? Lakin biliyorum, hayat Tanrı kadar merhametli değil. 





Ben Chopin-Spring Waltz dinleyerek yazdım, belki sizde aynı fonda okursunuz.

5 Nisan 2017 Çarşamba

MÜZEYYEN II


Gözünden kalktığında o perde anlayacaksın ne yalan hikayelere kahraman olduğunu Müzeyyen. Tutunduğun dallar bir bir koptuğunda dibe vurmanın şiddetiyle cereyan edecek kanında dolaşan efsunlu gücün varlığı. Şikayet etme. İnsanlar sığ sularda yetinirken sen okyanuslara koştun, diğerleri ahkâm keserken dört duvarlı karargâhlarında sen uçsuz bucaksız evrende taarruza geçtin. Şimdi kaybettiğinde sana gülecekler; aldırma. Çünkü kazanmak evvela kaybetmekten geçer. Biliyorum bunca fırtınada bir bardak berrak suyu, bir nebze güneşli günleri özledin. Şu kasveti bir atlat balçıktan bataklıklar bile nilüferlerini gösterir sana, gökkuşakları dizilir önüne Müzeyyen. Saç tellerine asılmış bağnaz dertleri silkele, silkelen. Unutuyorsun yavaş yavaş yaşadığın baharları. Bunun vebali senden ziyade elinden tutmak yerine öylece seyredalan ademoğludur. Onlar görmedi mi sanıyorsun, yahut onlar koymadı mı sanıyorsun yolundaki taşı? Üzülme sırtındaki bıçak izlerine, senin kimseye ihtiyacın yok. Yaralar kapanır, acılar diner, insanlar ölür, insanlar doğar. Bir gün sen de toprağa kavuştuğunda Tanrı'nın huzurunda soracaksın hesabını ayağına takılan her taşın. Unutma Müzeyyen, içinde derdine amade bir ben yaşatıyorsun. 


Evgeny Grinko- Field

29 Mart 2017 Çarşamba

NASIL ANLATAYIM ?


Kalbimin göğüs kafesinden uçarcasına saf çırpınışlarını ben nasıl anlatayım sana?  Tenimi yarıp geçercesine, kanadıyla sana koşup gelircesine o nafile çabasını alıp da veremediğim nefesten herkes anladı da bir sana anlatamadım. Bak benim kalbim elim kadar küçük ve Sahra kadar susuzken seni dünya; seni vaha bildim. Yanımdaki boşluğu içimdeki varlığında sarıp sarmalamaya çalıştım da senelerce gördüğüm serapları hakikat sanıp uykularıma hayallerimi misafir ettim. Susuz kaldım, aç kaldım, sevgisiz, ilgisiz, yalnız kaldım; bir sensiz kalmayı göze almadım. Çünkü sevgilim bu iptidai insanların kısır döngülerinde bir sana bir de bana yer bulamadım. Herkes kavuşuyor ve nihayetinde herkes ayrılıyordu. Ben senden ne koptum ne sana kavuştum. Tüm arş ve âlâyı bir kenara, sen ve beni öteki kenara koydum. "İyi ki varsın" diyebilmek için bir varlık göremediğim halde sen benim içime  yoklukta nüfuz edip varlıkta cennet kurdun. Şimdi, bende magma kadar sıcak ve derin sevdanı buz tutmuş ruhun karşısında nasıl anlatayım sana? Bir fazla söyleyebiliyor olmak için kaç lügat doldurmak lazım, kaç sözlük okuyup, kaç satır yazmak lazım? Eksik kalıyor. Sana ne anlatsam, ne ağlasam yahut ne özlesem seni; hep layığından bir noksan oluyor. Hislerin karşılığı yoktur yazı dilinde. Şimdi şurada ne okuyorsan, okuyamadığının yüz misli benim içimde. Çok şey değil, saçlarıma parmakların karışsın istemiştim. 

Remembrance


28 Şubat 2017 Salı

HAZ ALIYORUM AZALMAKTAN


Tanrı bana "Dünya'dan cennete açılan kapıyı bulursan seni cehennemden kurtaracağım." demiş gibi de o sebepten bedeni her gece uyutup ruhu diyar diyar gezdirmişim. Bu gece kurtlar sofrasından kurtardığım canımı her gece yâr olamayan birine kurban etmeye yemin etmişim. Heybemde hakikatten ötesi, seraptan öncesi yok. Olanla olmayan hengamesinin ortasında yol açmaya çalışıyorum kendime tırnaklarımla. Gerek incinerek, gerek incileri dökerek. Siz beni uyuyor sanıyorsunuz, ancak ben tam da o anlarda uyanıyorum. Sizin gazabınızda bir rüyanın içindeyken kendi gıyabımda asl'olana geçiveriyor, faniliği üzerimden atıveriyorum. Ruhlar ölmez, bedenler ölür. 
Bedeni altı aydır gözyaşımla çürüttüğüm yatakta bırakıp ruhumu ıssızlığı kendine mesken eylemiş bir kalyonda buluyorum. Öyle uçsuz bucaksız derin, öyle sevdiceğin kirpikleri kadar uzun. Ataların atları kadar hoyrat savuruyorum ayaklarımı toprağa. Toz kalkıyor geçmişten geleceğe. Alevden ok olmuş hatalar ardı ardına miğferime düşüyor da o çelik eriyip nasıl da zırha dönüşüyor etten vücudumda. Yaşanmışlık böyledir. Canın alev alev yanarken savunmasız tenini güce bürümeyi öğrenirsin. Neyse, gün doğmadan o cennet kapısı ya bulunacak ya ölünecek ! 
Gökyüzünün sınır kapısına dayanmış gün, doğurmak üzere güneşi. Öyle hırçın çağırıyor mahşer gününü dizlerimin dibine. Kaçıyor muyum cehennemden yoksa arıyor muyum cenneti? Bilmediğim bir yoldan hayal-meyal hatırladığım sokaklara düşüyorum. Yürüdükçe tükeniyor fakat bu yolda haz alıyorum azalmaktan. Bir ahşap beyaz kapıyı dövüyor parmaklarım kanatır koparırcasına. Güneş salmak üzerine ışıktan müttefiklerini üzerime. 
Vuruyorum var gücümle ne aradığımı bilmediğim ahşap kapıya.
Bin vuruyor bir soluk alıyorum.
Cancağızım bir gözlerinin içini görüyor, ordan cennet kapısını bulduğumu anlıyorum. 
Sen her gece benim kaçıp kaçıp geldiğim sokak, dünyanın gerçekliğinden sıyrılıp sığındığım hayalsin. 

KENDİ NASİHATİNİ VERENLER ADINA


Hep bir iyisi olurum da hep bir iyisini yaşarım hevesiyle bunca sene, yılmadan-yıkılmadan yürüdüm. Kara sular içinde boğulduğum da oldu bir damla suya hasret kaldığım da. Ey ömrüm, görüyor musun? Bu balçıktan yolda yürümenin bir anlamı yok. Her adımda daha da fazla sıvazlanıyor dünyanın pisliği insanlığına. Saf mutluluklar yaşarım inancıyla bir fazlasını almak istediğin kirli nefesin bir kıymeti yok. Unutma bu yola ne hayallerle çıkıp ne hayal kırıklıklarını ruhundan söküp attığını. Açılan sayısız yarada sırtını sıvazlayanların omzuna yatıp ağladığında hangi teselli ruhundaki acıyı dindirebildi. Susma söyle, iç acını dünyadan çıkıp cehenneme inen bir yol olarak gördüğünde gökyüzünü kim seninle aynı gördü? Matemi öyle bir giyinmişsin ki, iliklerine çelikten halatlar takılı düğmelerin. Hani şu an şuracıkta ölüversen sana kefen değil matem, beyaz değil siyah layık görecekler.
Gençliğim, bugünüm, dünüm. At üzerinden ölü toprağını. Yaşanmamış yarınları yakıyor, kendini bir başkaları adına harap ediyorsun. Kimse tutmaz elinden yahut yükünün zerresini anlamazlar. Uçurumun kenarında eteklerin uçuşurken kayalıklardan aşağıya ya da dar ağacında bir ipe dalmışken gözlerin seni bir adım geriye getirecek senden başkası değil. Diğerleri kör değil, görüyor. Ancak tutmazlar kollarından seninle birlikte uçurumdan düşmeyi göze alarak. Yakmazlar canlarını dar ağacının bir soluk ötesinde durarak. 
Tuz bastığın yaralardan elini ayağını çekmek, bir çeyiz gibi sakladığın tüm anıları içinde yakmak vaktidir.

24 Şubat 2017 Cuma

SÖĞÜT AĞACI


Şikayetim de yok benim, şikayete mecalim de. Unutulmuş bir söğüt ağacı dibindeyim. Bir toprak üzerinde oturuyorum, oturdukça toprak oluyorum. Gök kubbe mi kaçıp gidiyor, bilmem ben mi batıyorum. Hafızamın köhne yerlerinde kendini asıyor mazi, "şimdi"leri çekip vuruyorum gözümü kırpmadan. Semada serçeler yaş döküyor yalnızlığıma, bir de onların katili oluyorum. Biliniz ki yine gece vakti cereyan ediyor tüm bu kıyametler. Ne zaman zifiri karanlık çökse ak düşürüyorum saçlarıma. Ne zaman aklıma "düşünmek" fikri gelse gündüzlerimden olup, üzerime doğacak güneşe hasret kalıyorum. Ben şu an unutulmuş bir söğüt ağacı dibindeyim, en az bu ağaç kadar toz tutuyorum. Bir kulağımda tavernaların şuh sesleri, bir kulağımda kimsesizliğin kimsesiz sessizliği. Şayet ölmek karanlıkta kalmak, ızdıraplar içinde yatmaksa zaman zaman yaşayan bir ölü oluyorum. Üzerimde sonbahar sessizliği, bedenimde kış soğukluğu ile nefes alıyorum. Güneş hafif aydınlığını getiriyor yavaş yavaş yeryüzüne. Buz tutmuş zirveler bile ısınıyor da bir ben ısıtamıyorum yüreğimi. Çünkü öyle darmadağın ve öyle tuz-buz ki bir türlü "bir" yapamıyorum. Eskiden her şeyi olduğu gibi sevebilen ben şimdilerde kendi derdimi sarıp sarmalayamıyorum. Kan ıslatıyor toprağımı, ala boyanıyor saçlarım. Söğüt döküyor yazın ortasında üzerime yaprağını. Şu hayatta bir parça ceset oluveriyorum. Geriye mirasım kalıyor "ah"larım, bir gemi yapıp karadenizde batırıyorum umutları.  

31 Ocak 2017 Salı

MÜZEYYEN


Odanın küf tutmuş sol yanına pas tutmuş son çiviye çaktığın kaderini görüyor musun? Ben seni görüyorum Müzeyyen. Benim bağrıma bastırdığın o raptiyenin kanı hala durmadı, o lanet geceyi henüz kimse unutmadı. Başlattığın yangının isi karartmış duvarlarını besbelli; göz yaşınla söndürmüşsün kıyameti. Radyoda çalan son şarkı ve o yolda attığın ilk adım, mıh gibi kazınmış aklına. Silemezler, silemezsin. Hatırlıyor musun çocukluğunu? Sevinçle bindiğin bisikleti yitirdiğin ilk anı, oğlandan hallice kestirdiğin o saçları, ilk arkadaşını son görüşünü; belki hepsinin yükü kalktı üzerinden. Çocukken aldığın yaralara girdiğin her yaşı yama yaparak kapattın da bu on dokuz yaşının yarasına asla bir merhem bulamayacaksın. Ben senin sözünü değil içini duyuyorum Müzeyyen, bilmiyor musun ki aslında ben "sen"im. Geçmişi bileklerinden bir jiletle kazırcasına, ayaklarına hatalarını bağlayıp kendini denizlere atarcasına, sırtındaki bıçakları cümle alemden gizleyip her gece sızısına uyanırcasına bu yakarışlarını duyuyorum. Kimse bilmez lakin ben senin hırçın yanının kırılmışlığından geldiğini biliyorum. Gözlerini kapattığında ışıksızlığın siyahını değil de kederin kasvetini görüyorsan aldığın darbelerin ruhunu dümdüz edip seni şu gençliğinden etmesindendir. Müzeyyen, bakma öyle kara toprağa. Her gece kabusları koynuna alıp kan ırmaklarından umma sabahları. Göğsünü yarıp geçen tehditleri teselli etme, temenni etme bu yolda güzel yarınları. Şu kavak yelleri esen başına gelenler tesadüf değil tevafuktur Müzeyyen. Senin gözünü kör etmiş pembe bulutları unutman gerekiyordu. Artık çocuk değilsin. 


Arka fonda iyi gider Low-Lullaby

19 Ocak 2017 Perşembe

BİR UFAK İMKANSIZ HAYAL


Masamızı yakutlarla donatıp, şarabımıza faniliği meze yapardık belki; ben dipsiz kuyularda nefessiz kalmasaydım. Aç içimi bak, ciğerlerimde en son yerle yeksan ettiğim dünyamın tozunu dumanını göreceksin. Ölmeseydim, ölümü latife yapardık gülden dudaklarına. Kadife örtümüzün üstüne gençliğimizi serer, masanın altından yarım asırlık bedenimizi toplardık. Belki ürkek belki patavatsız bir gülüş daha çalardım Tanrıdan. Bastığımız toprağa ortancalar saçar, ihtiraslarımızı denize döker, itirafları koyardık masamızın sağ yanına. Yitirmeseydim son nefesi, bir seni okur; bin seni yazardım. Şiirler, masallar, destanlar dökülürdü eteklerimizden. Gecenin lacivertine yama yapardık bir çocuktan hallice suç itiraflarımızı. Ben bu dumanlar içinde boğulmayıp, dört duvar arasında yok olmasaydım boşalan kadehe mey niyetine kaybettiğimiz zamanı koyardık. Kırmasalardı kolumu kanadımı bahar havasını bir nefes fazla almak için karşıma tüm düşman ittifaklarını alır, cephanemi hayaller bilir menzili güzel yarınlara çevirirdim. Akasyalar bir anne gibi uzatırdı kollarını gökten üzerimize. Kah gölgemiz, kah evimiz olurdu. Belki o zaman şimdi düşman olduğum dünyayı sevebilirdim. Olmaz mıydı? Pek ala olurdu; solmasaydı bu kadar erken çiçekler. 



Manuş Baba sevmeyenlere Manuş Baba sevdirecek link

18 Ocak 2017 Çarşamba

KIRGINLIĞIM KENDİME


Ben içimde hep bir Adem büyüttüm, kendimi Havva sanarak. Yeri geldi Kays'ı andım, çöldeki Leyla olduğumu umarak. Bir adam yarattım içimde, onu olmadık bedenlerde sanıp kendimi de olmadık sevdalara koyarak. Nitekim yaşamak, bazen bir gecede yıllandırıyor insanı. Bana sorsanız üç ay önce sevdanın kudretine inanırdım, şimdi köşe bucak aşkın gazabından kaçıyorum. Yaralarım var, acılarım çok, zamanım onlara nispeten baya az. Bir kurtuluş kapısı açmış kendini bana sonuna kadar, cehenneme davet ediyor ısrarla. Bir çözüm yolu arıyor gözlerim, ne baktığım yerde yarına dair bir umut görüyor ne de bu ızdırabı dindirecek bir merhem biliyorum. Bak vakti zamanında hayatıma öpücükler konduran insan şimdi sırtıma bıçaklar saplıyor. Peşine düşüp denizler aştığım hayallerim diyarlar ötesinden vedaları kondurup parmak uçlarına el sallıyor. Saçlarıma hüzün karıştırıyor rüzgar. Sizin üzerinize kar, benim üzerime kıyametler yağıyor. Biliyorum dünlerimin bugünümle artık hiç bir bağı yok. Ben o gemileri çok önceden ateşe verip, demir attığım tek limana ellerimle kibriti çaktım. Bundan sonra sırtımda büyüyen hançerlerin de, yüreğime saldığınız korkuların da benim neznimde hiçbir önemi yok. Çünkü ben içimde yarattığım adamı kefenlere sarıp kıblesini de tövbeler ettiğim sevdaya çevirip gömdüm. Çünkü ben insanlara karşı beslediğim güveni tetiği çektiğim gibi vurdum, Kaybedeceklerimi içimden uzaklara atıp, varlığıma dört duvar ördüm. Şimdi sebepli ya da sebepsiz herkese küs, ziyadesiyle de kendime  kırgınım. 

Hayat benim elimden çok şey almıştır da en çok kundakta bir bebek kadar taze sevinçlerimi toprağa verdiğime üzüldüm. 

12 Ocak 2017 Perşembe

TANRI'YA SESLENİŞ


Ayaklarımın altına çividen yollar, gök kubbeme bombadan bulutlar mı koydun Allah'ım. Mürekkebi keder bilip mi yazdın alın yazımı? Oksijenini çektiğim dünya yakıyor ciğerlerimi, umutsuz yarınları taşıyorum damarlarımda. Kaderim rayından çıkmış sürükleniyor da üzerime kendime sığınacak bir mabet, içine sığacak bir mezar bulamıyorum. Şu coğrafya beni sevmedi, ne yapsam sevmiyor. Oysa ne farklıydı hayallerim. Ortancalar yetiştirip koyacaktım pencereme. Şimdi şu evin her yanı diken. Bu şehrin havasını soluyup güzel anılar koyacaktım çantama, şimdi şu şehre dair her şey kâbus. Öyle ki ne geldiğim yere dönmek istiyor, ne de burada yaşayabiliyorum. Kaçacak bir yerim olsa kaçacağım, kanatım olsa kuş olup göçeceğim. Tanrım, duyuyor musun? Gecenin karanlığı çöküyor üzerime, bulutlar bombadan yağmurlarını göz kapaklarıma düşürmeye başladı bile. Ne zaman bir uykuya dalsam savaş yeri oluyor ya rüyalarım, yine o uykulara dalmak üzereyim. Bin rüyadan uyansam bin birinciye dalamayacak vaziyetteyim. Bin harpten çıksam, bin birinci de mağlup olacağım. Bak bin savaşa göğüs germişliğimi biliyorsun, bir fazlasıyla sınama beni. Dayanamıyorum. Tanrım beni duyuyor musun? 

8 Ocak 2017 Pazar

OKYANUSTA BOĞULMAK


Uzun zamandır engelleri aşınca yazacağım ilk yazının ne olacağı hep muallaktaydı. Şu an anlıyorum ki yaşamın ortasında yapılan bu ilk için benim de muallakta kalmam lazımdı. Söz gibi muallak, bu yazı gibi sır. Siz şu satırları okuduğunuzda benim için dünyaya kurulmuş o sırattan ya geçmiş olacağım, ya Rabbin huzurunda "bana hayata tutunmam için neden bir çare vermedin." diye ağlıyor olacağım. Hatalar yaptım. Kötü yollara saptım ama ben hiç kötü biri olmadım. Şu an dibe çöküşümün tek sebebi üzerimde fazladan ağırlık yapan iyi niyetimdir. Vakti zamanında bir adam bana "Şu an bir okyanustayım ve git gide dibe batıyorum. Sorumluluklarım, sorunlarım, aşmam gereken engeller var. Ve eğer aşk diye bi şey varsa sen ya da bir başkası, o en tepede." demişti. Şimdi ben ondan daha dipte, ondan daha sorunlu ve ondan çok daha uzağım. Böyle olmamasını çok isterdim. Böyle olmasının sebebi tanımadan inandığım insana sunduğum zaaflarım, yanında olacağım derken tutsak oluşuma sessiz kalışımdır. Görüyorum ki yaşamak öyle tatlı, dünya öyle muhteşem bir yer ki. Lakin ben buralara sığamadım. On dokuz yaşındayım ve hep derdim ki yirmi çok büyük bir yaş. Ben yirmi olduğumda da on dokuzumu geçeli bir sene oldu diyecektim. Sanırım ben hep ondokuz kalacağım. Çünkü sallanıyor altımdaki ince köprü. Düşersem eğer o köprüden yapmayı istediğim şeylerde kalacak en çok aklım. Yeni bir blog açıp kırdığım kalemi tamir edecektim. Yeni bir şehire gidip her şeye baştan başlayacaktım. Baharın gelmesini bekleyip uzun yürüyüşlere çıkacaktım. Ve dahası aileme sarılacaktım. Gün gelecek sevdiğim adama başımdan geçenleri bir bir anlatacaktım. Yahut arkadaşlarımla görüşüp çekinmeden, utanmadan gülecektim. Belki gezecek, yeni yerler görecektim. Eğer dünyayı normal şartlar altında yaşıyorsanız gerçekten çok güzel. Fakat burası bana artık yaşamak değil çile. Burası bana yeryüzü değil mezar. O yüzden dünya cehennemimde değil, Allah cehenneminde yanacağım. Oldu da geçtim diyelim sırattan,  hayata dört kolla sarılıp; acılarımı yalnızlığımla saracağım. Bir daha güvenmeden, bir daha inanmadan, bir daha derdimi anlatmadan. Bir daha sevmeden, emeklerimi karşılıksız kimsenin önüne dökmeden. Benim hikayem çok uzun. Eğer hatalarım çığ gibi düşmeseydi üzerime seneler sonra gençliğimle iftihar edecektim. Çünkü eskiden herkes severdi beni. Ben hep derdim ki "üzülmek üzmekten daha hayırlıdır." Ne büyük gaflete düşmüşüm. 
6 Ocak 2017. Annemin dizinde babamın kollarında ağlamayı çok isterdim.